Şiir

ay nefti ve eflatun: akın yanardağ

rüya içine ışığın sızdığı yaz, ısrarla orda
 
komşuda açan renkler kuruyan çarşaflar
iradeden bağımsız açılıp saçılan duygular
yaz günü renklerin azarıp bozardığı
öteki uçta ve burada
aynı dikenin acıttığı farklar
 
artık kimin özür dilemesi gerektiği önemsizken
kuruyan elbiseler arasında bir yaz, ısrarla orda
 
sabah olsa da uyansak mı? aşkın utanması yoktu diyelim,
bizim de mi yoktu?  mutfak duvarı dibinde, toz ve kırıntının
içine uyuyan, rüyanın sabahı olsa da uyansak..  ama sonraki
gün bir şeyler içtik ve yine uyansa mıydık, bir şeyler okunsa
mıydı gibi iç mırıltılar ve kırıntılarla masada, zamandan
soğuyan bardaklar gibi, sorsa mıydık: sabahla aramızdaki
mesafe ne kadar ve nereye kadar gidecektik, hem sonra dün
söz verdiğim arkadaşla, vazgeçse miydik.. 

belgeselin ölen fili, kuruyan mevsimi; renkler bozkırken böyle
nasıl uyunur? biraz yukarda işte taşların yaban gövdesi; oraya
mı yürüyecekti gün orda mıydı, kadınların ortadan kaybolduğu
üstelik; renkler solukken böyle nasıl mayıs, ama nasıl bir mayıs
bu böyle, içinden geçtiğimiz günlerde sendika ne, kuruyan ağaç
ne, kurutan yoksulluk ne, bir elin büyüttüğünü diğer elin kestiği
sevgisizlikle bu öldürme hırsı artık ne..
 
dönüp okuyorum bıraktığım yerden, sözü inceliğine dek yontan
meçe’nin vicdani, etik ve estetik konumlanışına. ayırt edemiyorum
şiir mi düzyazı mı ama bir anlama biçimi oluyor bu bana ki, aslolan
hayata katılma biçimimizmiş, diyor; dünyayı duyma, içkin kılma ve
hayatın öznesi, düşünün öznesi olmakmış..
 
ve yine ‘dersim’in dil, inanış, yaşayış ve kültür bağlamında
kendisini yeniden örgütlemesi gerekmektedir’ dediği yerde,
aidiyet bağı ile toplumsal dinamikleri bilince dönüştürme-
 
–derken ne; yağmur, güneş altında yağmur ve bir mayıs öyle hızlı
ve öyle kalıcı ki sanki çocukluğun yedi yaşlarıymış da ve biz yine
oyun oynuyoruz o güneş yağmuru altında-
 
yağmur altında diğer gün, bloch’un yarım bıraktığım kitabında
jung’u faşist olarak nitelediği yere; heyhat, freud’dan sa jung’u
tercih ettiğimiz yerde, onun faşist psikoanalatik nitelemesine de
hayıflanarak; iyisi deleuze ve guattari’yi akılda tutmak diyorum.
evet, baba statik ve donuk değildir dedikleri.. dedikleri ne: arzu
makineleri ve yersiz yurtsuzluk. canım zaten canımızın yandığı
yerde, işte biz yine aidiyet ve antimülk hayat içinde; kitaplarda
değil düpedüz o hayatın içinden gelen yerliyurtlu, düpedüz
otonom ve düpedüz arzu makinesi, o öncel kendi kendini
yönetme hali değil miydik, biz..
 
dilim sarkıyor, dilim sarkıyor şurada burada dediği gibi
turgut uyar’ın, sağa sola saçtığı duyguları gibi, ama zaman
ama düzen, ama uzam giriyor araya ve ben müziksiz yapamam
dediğim yerde açtığım müziğin yine kanatlanıp dersim ağrısına
dönüştüğü yere konuyorum. ki reddetmezdi turgut uyar da
insanın kendi özel tarihiyle dolmasını ve dahi-
 
önce kendine gel sonra meyhaneye diyen ö. hayyam’a zihin
bağıyla bir yerde özne geçişi yaptığım bağlanma, kopup geldiğim
dünya, kendimi unuttuğum yalnızlık, hesabını tutmadığım duyguların
koptuğum aşklarım ile yürünüp bitirilebilecek gibi olmayan yeryüzü
düşü, ağrılardan sızılardan yerini bulamamış yakınlıklardan kalan
 
hatırlamıyorum. bulup çıkarmaya çalışıyorum ama temiz bir sayfa gibi
duruyorum yine. başlangıçtan beri ya da başlangıca doğru, rüyanın aktığı
bir içerik ya da rüyadan oluştuğu için nüfuz edilemez bir alan. sorun şu ki,
hatırlayamıyorum. o halde onu yaratmak zorunda olmalıyım. bir zamanlar
olmuş olanı olabilecek hale getirmek için. düş kuruyorum. kimse çağrılmaz
bir düşe çünkü herkes ordadır zaten. boşluk yoktur. tıka basadır. mekan, uzam
ve insan kendiyle doludur. geçmişi düzeltmek, geçmişi geçmişte bırakmamak.
müdahale etmek. tam da bu müdahaleler yüzünden başarısız olmak. iyi ama
müdahale edilmeyecek bir yaratma hali var mıydı? hatırlamıyor isem geçmişe
dair hatırlamak istediklerimi nasıl? yıllar toz bezi ile silinip atılacak şeyler
değilse insanın ömründe.. ne?
 
uyanın, uyanın ve bir sabah daha arkasında durun; günaydınınıza,
iyi ki varsınız duygucuğumlarına, aşkınızın içtenlik durumuna,
kalbinizin harcına, kurduğunuz sözün inandırıcılığına, dilin rızasına
uyanın ve incelik gibi bir şeyle sokakları bulmaya.. ama yıllar toz
bezi değil ve zaten silinemezler de, hem zaman neyi harcamıyor ki
neyi yıpratmıyor ki ve ‘zamanın sevgili dostum yaşı yoktur ama
kötülüklerden zarar görür’ demesi vardı bir de fuantes’in, ki bir
sabah ile başlayan veya bir gün yine öyle bir taşların üzerinde
güneşlenen kertenkele sıcağı gibi bir yaz içinde kuruyan suların
ve geri çekilen görüşlerin bıraktığı, işareti harcanmış anlatılarla bir
sabah ile başlayan veya bir gün yine öyle bir hisle devam eden..
 
bak kardeşim yani zihin dağınıklığı imge karışıklığı falan filan
bir yerde tamam ama anlamsız ve boşluğun kendini dolduramadığı
dere yatakları gibi değil yani dere yatakları boşalsa da kurusa da
dursa da kendini kendi boşluğuyla doldurabilir anlıyor musun
dinliyor musun işitiyor musun beni, bak aşkımızın
boynu büküklüğü de olsa bişeydir bu..
 
anlayamıyorum, niçin hatırlayamadığımı anlamıyorum.
içinden geçilince yani dağların sisi değil ki bu, mutlaka kalıcı
bir şey olsa gerekti, mutlaka içinde muhafaza edilmesi, sonradan
hatırası oluşacak bir şeylerin muhakkaklığı, anlıyor musun? bir
şeyin muhakkaklığı, yani bir şeyin haklılığıdır bu, haklı talebidir,
olması gerekenin olmasıdır, ama ne diyorum bak, olması gereken
değil de..
 
yüzyıllık yalnızlık’ta olduğu gibi, yani bellek kendini unutkanlıkla
değiştiriyorsa belki ne bileyim yani, onu orda tutacak ve keyfiliğinin
önüne geçilecek bir şey. bilmiyorum, bilmediğim şeylerdeki keyfilikle
bilmeyi istediğim, arzu ettiğim şeylerdeki keyfilik.. çok mu dağıldı toz!
belleğin tozu mu varmış, silinip atılır mıymış ama yıllar toz değil ki
silinip atılsın ve üstelik ne.. kapanda üç kaplan, artemio cruz
yabancılaşma.. başka?
 
dur biraz. ilk kim unuttu, adını kim koydu. yani bir ayrılığı başlatmanın
o ilk adımını, ilk çekilen zahmetini, kuyudan ilk çıkarılan tadını ve daha
bi çok şeyin sanki gerekli hazırlığıyla üst baş değiştirip sokağa kendini
atmak gibi, yani zorluğun sıkıntısını üstünden attıktan, hatıraları önde
değil geçmişte tuttuktan sonra, bir şeyin mışlığının sevileceği, bir süre
sonra ise geçileceği deneyimin o bilinç halinin ortadan kaldırdığı sis,
dağıttığı toz. toz!
 
geçelim tozu. şu kar kışı çekelim şuradan
aramızdaki sıcaklığı sağlayalım bir, bakalım
içinden geçmekle dışından geçmenin farkına
duyguların oluşması ile aşkın da oluşmasına
farkın oluşturduğu zaman yaralarındaki aşka
aşka yani o en sıcak kavuşmaya ve sonra ne
sabah sabah ne olabilir akşamın ardından
 
aşkını tuhaflaştırıyorsun. tuhaflaştırıp
dağlarda gezdiriyorsun ve sonra ne..
 
ne mi olur: unutulan şey ne olursa o olur
eşyalar kendi yerlerine, sözcükler sislerine
kendi köşesinde dinlenen kedi nasılsa öyle
gölgede bir köpek kendini nasıl unutturursa
nasıl çekilirse insan kendi yalnızlığına
neyi özleyip özlemeyeceğini seçemezliğine
bakıp şaşırmasına, ne olursa zamanla öyle
öylelerin meydana getirdiği bütün öyleler
benliğin duyu halleri ile oluşturduğu tin..
 
ama yüzyüze bir hafta tin tinler’le bir hafta ne yapacağız böyle
bu sanki’lerle bütün gün aynılık dağında, benzerlik sularında bir
hafta ne yapacağız böyle aşkhali olmayan dünya hali ve bi türlü
dünya hali olamayan aşkhali ile yaz boyu ne yapılabilir bu orman
yangınları kunduz günleri, ne yapacağız sahi bu ölen öldürülen
yokluk günlerinde, yara almadan yaralamadan ne yapılabilir
ölmeden ve öldürmeden ne yapılabilir, olanaklarımız nedir,
var mıyız artık..
 
otlar, odunlar, yayla serinliği. kaçıncı sabah bu hep serinlik
ve güneş var yağış yok henüz. biz mantar güzelleri bir yağış
bekliyoruz rüzgardan ve güllerden önce ama yağış olmayacak
orda bekledim, ağaçlar arasındaki kokulara bulaştım, ırmağın
aktığı yöne baktım, bir yakınlık kurdum olacaklarla, bir benzerlik
aradım geçip gidenlerin düşleriyle, caddeye inince ama ay neftinin
o hızlı adımları eşliğinde hızlı konuşması ve sesiyle ağır aksak
ilerleyişimizin kadınları ve erkekleri gibi bir ezber tarihi
içinde ile. ile ile her şey ilelerle geçip gelmek kadar yeni
her zaman ay nefti ile düşünmek kadar yeni ve ile-
 
gidiyor muyuz, mevsim kendini açmadı, mayıs ayı değil bu
sanki yanmış ağaçların, meyvelerin, kuruyan dere yataklarından
geçiyoruz. eyüp’ün sabır halinden, serhat’ın yine çalışan ve zaten
zeki ve ferman var, onların bekleme hali var, özkan ve erkan’ın uzak
hali var, yılmaz’ın kuş sesi, sedat’ın türküleri, sertaç’ın büyük gözleri
ile yakalandığı aşkı var ama ben istemiyorum ve istiyorum ki her şeyin
dağınıklığı içinde kalayım da sonra ne, sabır ve telaş, geçme ve bekleme
ve sonra kümelenmiş meşe ağaçları gibi öyle bük öyle emrullah hüznü
 
diledim de ben kendimden başka bir şey olmamayı başka bir şeye
dönüşmemeyi, özlememeyi kendimi, diledim ve mesela şu mezar
taşlarının batıya bakan yönlerine dikilip kalan ölülerin gözleri,
kırklar ve yılan dağları’nın beslediği aliboğaz, orda ölülerimiz
ve kan orda birikip duran ölülerimizin bakışları arasında sözünü
tutmayı öğreten bir dil, bir geçmiş; zaman geçiyorken nefti ile kendi
zaman ırmağından gözleri akıp giden ziyaretin bakışında, şu erkeklik
melanetinin yavaşlattığı arzu ve isteğinde, geçe geçe koca ağaçlar gibi
koca yalnızlığımızın içinde kendine yol kuran, olma hali eksiklik ve
oluş hali tavır ile ulaş’ın makinesine kurduğu göz..
 
anlayamadım ben nasıl yani hem öyle hem böyle
aşk var mıydı ayrılık mıydı değil miydi neydi sanki
yaz günü desem havanın sıcaklığı desem gülüş desem
desem ‘bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm’ rengine açan
havada ince bir serinlik ve ben sanki burnunun dikine
giden kertenkele ardındaki yılan gibi kalabalığa dalan
 
değilim, kalabalıkta ben kendim değil ötekiyim
kalabalıkta ben ne yapacağını bilmeyen süreğim
bedeni ne taşır ne ileri götürür ne kendisi kılar
kalabalıkta taş gibi kendi yerini bilmesi dağın
rüzgarı karşısında kokusu tülü karşısında
burnunun dikine yürüyorsa bir de: zor
 
ama zorluğu ne, paylaşılabilseydi yükü ne
ölüm oranı kadar azaltılmış acısı ne
 
sana eski hikayelerden bahsetmek için oturduğum bu masada
artık hatırlayamıyorum. artık hatırlayamıyorum dediğim yerde de
değilim, gülüşler aklımda kalmış bir tek ama neye, ne içindi
bilmiyorum, bildiğim eğlencenin ya da o anlatımların bedene iyi
gelmesiydi, dahi bedenin bunu istemiş olması ve istediği şeyleri
çağırmasıydı, o an hissettiğim şey insanların doğal saflığıydı
sanırım, hem anlatıcıların hem de buna konu olanların o nazik
saflığı.. ateş vardı tamam, e anlatıcılar da ordaydı ama ne
anlattılar, ne konuştular aklımda değil..
 
değil hiçbir şey gidişin keyfini çıkaran adımların kadar acı veren
işte o an bedenimin isteği istemediği bir şeyle karşılaştı, midem
bozuldu, dengem şaşırdı, gözlerim kilitlenip kaldı, zihnim tutamadı
kendini, aşındı, delindi, rüzgar aldı. iyi ama rüzgarı severim ben, nasıl
yani rüzgarı severim ben; senin rüzgarının ayak sesleri, saç öbekleri,
dans incelikleri.. severdim, beyaz elbiseni, kasığına kadar rüzgar
alan eteğini, sevmez miydim..
 
neyi uzatıyoruz, düş öbekleri altında çağırdığımız sesleri nasıl da
çarşaf gibi uzatıp, dilimizle dalıyoruz o çayır çimlere, leylaklar ve
sonra tomurcuğun burnumuzdaki kokusu olan, tenasül direği nasıl
kızgın, damarı nasıl kırmızı ve şiş öyle, burnumuzdan soluyoruz
burnumuzdan soluyoruz, burnumuzdan aşk olmayan bir şeyin
dibine kadar iniyoruz da sonra ne kalıyor geride
şairlerin rüyası o kent eflatun mu?
işte:
 
eflatun bir kapı oldu sonra zaman
hayli dil hayli beden biçimleri oldu
kitapları sana gönderen elde vardım
mektuplara yazılan ayrılıkla vardım
zihin kapısına asılı üç kilit içinde
 
derken güzel bir haber ve günışığı
yanağında o gülümseyen çukur
o güneşli meydan, gölgeli parkta
sana bakan insanlar arasındaydım
 
geldiğinde haber versin diye kuşların
kalbimde hatıran oluşsun diye: eflatun
 
akın yanardağ – eskiten@gmail.com
sancı dergisi, sayı: 21
ocak-şubat 2023

Bunları da beğenebilirsin

Yorum Yok

Cevap Bırakın