yazılar

Gitmek, çoktan yarandır: Akın Yanardağ

Hayat bazı şeyleri kenara iter..

Bazen kararlar alırız. O kararlar mesafesince gitmek isteriz. İçinde olduğumuz zamana sırtımızı döneriz o an. Gideriz; rüzgâr göğsümüze, göğsümüz ise başka olanaklara dönüktür; başka ihtimallere açıktır bağrımız. (…) Her şey iyi, her şey uygun gelir. İyi gideriz bir süre, hoş gideriz fakat yeterli bir zaman girince araya, mesafe kendini tüketince yani, ardımızda oluşan boşluğun işaretlerini, minik adımlarla büyüyüşünü belli belirsiz bir tonda fark ederiz. Ne olacak ki, neden ki, niye böyle olsundu ki demeye başlarız. İki hayatla bir anda, aynı anda, eş anda birlikte yürünemez miydi? Eskinin olanakları ile yeninin olanakları bir potada daha kabullenir değil miydi? Ama ne? Bir zaman sonra çürütülemeyen bir geri dönme isteği kendini duyurur, dayatır hatta. Bir şeyler eksik kalmıştır, bir şeylerin boşluğunu başka bir şey dolduramamıştır, bir şeyler sıkıntı gibi mim çakmaktadır, ve giderek.. İşte özlüyorum, işte bir mermer şuramda eriyor sanki, deriz.. Dönmek isteriz sonra. Yol birikimlerini, hayat işaretlerini ve hal edindiklerimizi heybemize yükler, döneriz. Yolda hoş kokular ve tanıdık düşlerle ayaklarımız evine dönen atın yürüyüşü gibi hızlanır. Yürek de destekler bunu. Azsonra bulmayı umduğumuz eski biçimler, eski sözler elimizden tutacaktır. O hoş yolu, hoş manzaraları, imgenin mermer karşısında üstün geldiği o anları severiz. Ve işte yol kenarı ırmağını görür, eğilir içeriz ondan. Tanıdık bir zaman kokusu bileğimizden kavrar. Heyhat!

unut dedi yaprak, ben unutma diye anladım
ayağını kes dedi kapı, ben kesme diye anladım
ölümdür bu dedi o, ama ben yaşam diye anladım
nasıl anlamak istedimse öyle anladım çünkü aşkın,
karşıtını kazıdığı ruh hali bizi yanıltmayla besler
baktığın her yerin o olduğuna karar verir o yanılgı
nereye baksan onu gördüğüne inandırır seni kalbin
onundur dersin bu ışık, bu ağaçlar, bu güz yağmuru
onu sevmenin ve onu düşünmenin biricikliği içinde

Heyhat!

Yolu bir kez düşürdüm yüzüme. Sonu  eğimli, göbeği uçuruma bakan bir yol. Bilmem ki nerdeydim; sınırda mı bitişte mi? Ellerimi açtım. Bir elim kalem, bir elim sayfa; ne yazmak isteyecektim sana? İçimdekiler bitimsizdi ama söze dökebileceklerim birkaç cümle kadardı. Neyi bulacaktım, nasıl bulacaktım, bu kederle insan nasıl aydınlatırdı kendi yolunu. Sana bir kez uzaktan, ağaçların arasından baktım. Bunu ayrıldığımız anda, yüzünü bir kez daha görmek için yaptım. Etrafta sesler vardı ama bana ilgisizdiler. Ben de onlara ilgisizdim. Görüntüler vardı ama kendi ilintileriyle doluydu onlar. Ben de öyleydim. Bir sokaktan mı, bir tünelden mi, dar bir koyaktan mı geçiyordu hayat; o an bir mevsimi mi çağırıyordu, kendi fakında mıydı zaman, bilmiyorum. Kalemi tuttum, sayfayı açtım; yolu, seni, ve eğimi ne yapacağımı bilemedim. Sözlerle ne yapılır, bilemedim. Atsan atılmayacak, yırtsan yırtılmayacak bir kalem ve sayfaydı ellerim. Bana yapışkan, bana zamk, bana sülfürdüler. Bütün hayatım böyle geçti sanki. Beden ve duygular arasında sallanarak, ne tutunmaya ne düşmeye bir ad bulamayarak.

Çağrılmıştım. Yolumu bir kez düşürmem de işte bu yüzdendi. Sana uzak düşmeyi istemediğim halde. Oysa sana uzak olan yer değil, mesafe değil, mekândı. Bedenin mekânıydı. İçin uzaklığıydı. Azar azar, giderek beliren bir tonda birikmesiydi uzaklığın. Her kırgınlık sonrası bu iç uzaklığı kendini besledi, sokağını sildim o zaman. Her kırgınlık sonrası bu iç uzaklığı kendini besledi, yolunu sildim o zaman. Her kırgınlık sonrası bu iç uzaklığı kendini besledi, bende oluşmanı da sildim o zaman. Sildim silmesine ya, bir kez oluşmuş bu anılar nasıl bir düzen isteyecekti şimdi, bilemedim. Hiçbir şey bilemedim. Bir bilmemeyle ne yapılır, onu da bilemedim.Ve nasıl oluyor da bütün her şeyi aktarmak ister insan? Gördüğü, dokunduğu, hissettiği her şeyi! Bunu sadece kendisi için, bir parça bencilliği için, o an öyle olmayı sevdiği, sadece kendisi sevdiği için yapmak istediğini? Duyguların envanteri mi, bilincin envanteri mi, bugün ve yarın için gerekli olanların envanteri mi? Bundan dolayı utanmalı veyahut bir boşluk düşürmeli mi insan kendi içine? Dünyayı duymak, hissetmek ve bu hissedilişle birlikte çoğalmak neydi?

Sabah saatleri oraya varmıştım. Geç kalmayı sevmediğim için, vaktinden de erken. Orda haberleri, gülleri ve tülleri merak eden biri için. Görüş saatine henüz vardı. Yönümü hafif esen rüzgâra döndüm. Baktım asfalt bir köy yolu öteye doğru uzanıyor orda. İçimde nelerin kıpırdadığını sana anlatabilmek isterdim. Ufak adımlarla yürüdüm, ellerimi arkamda birleştirerek, tepemde soluyan güneşin tadını alarak. İlerledim ve evlerin tek tek, yolun sağında ve solunda dağınık bir şekilde kurulduğunu, o evlerin önünden geçen caddenin, asfalt olmayan caddenin beni yıllar önceki huzuruma çağırdığını, hayatın nasıl durağan, tavukların tek tük nasıl da kendi hallerinde kaldıklarını; biraz sonraki patikanın, ağaçsız ötelerin, uzakta beliren ormanın iç huzuruma denk geldiğini.. Bir an unutarak ve unutularak doğanın içinde taştan, ottan, ırmaktan başka bir şey olmadığımı düşünürken.. Heyhat! Bileğimdeki saatim zamanı haber etmeseydi bana, buraya ne için geldiğimi bile unutmuş haldeydim.

Şu var: bildiği ve bilmediğiyle iki uzun ip gibi sökülür ömrü insanın. Ezen ve ezilen iki ulus gibi uzak kalır birbirine. İkisinin arasındaki anlam farkına, deneyim boşluğuna düşer insan. Duygusuna, anlama ve davranma biçimine uzak iki hali, iki insanı ve iki ulusu verebilir bize. Birbirine yakınlığı buysa ayrılığımızın, ebedi bir sonucu hak ettik demektir. Eylemleriyle uzlaşmasız, yazgısı kavga olan, dönüşmesiz ve kesin. İşte ölümünü haber etmek için sanırım, yani bu kalem bu sayfaya, kadın ve erkek olmanın bu iki hali içinde oluşan zamanın imkânsız uzlaşmasını aktarıp geliyorum kendimi. Mesele bir kimliğe ait olmak değildi; mesele darlıktı, başka bir duyguydu, ikiliğin kendini eskitmesiydi. Bir parça kadın oluşa, kendini bir parça öbürü olmaya, erkeklikten vermeye, oradan başlayarak faniladan sökülmeye anlam biçmekti mesele. Dayatmalardan, normlardan, şu veya bu olma zorunluluğundan kendini dışarı atabilmekti. Evet, anlamaya gecikmesini durdurabilir, kendini ötekine açmayı başlatabilirdi insan. Onarılmak safi makinelerin işi olmamalıydı.

Dönüp geliyorum. Dünyanı tutuyor aynan. Orda kendine bakıyorsun. Her şey sana bakıyor; yatağın, terliklerin, camdan dışarı bakan gözlerin.. Olanların hepsini aklında tutuyorsun. Sır tutmanın inceliğine yaslanıyorsun. Kapıyı açıyorsun bir an, ışığı kapatıyorsun, müziği kısıyorsun. Kimse unutmasın ama aşk, alınteri severdi /Sır gibi saklı kalpte o sadakati özlerdi, diyorsun. Ama ne şimdi:

gitmek istiyorum diyorsun; gideceksin
oradaki mutlu günlerine, ama giderken
sırtında taşıyacağın bir çift göz için
bu kadar hevesli olma

zamanın elinde titrek bir ışık ile
mum gibi eriyip gitmiş gülüşlerin
bir gün gittiğinde orda bir şeylerin
seni beklediğini hak ettin

incelen yüzünü ayırma sulardan
ırmakla kopup gelen çakıl taşları
dalında durmayan yağmur damlası
gibi, ağladığına kavuşmayı hak ettin

sen bir iyimserliksin caddeye salınan
sokağa salınan bir rüzgârsın sen, başka
aşklar başka sapaklar başka ırmaklar
kendine yakıştırmayı seni hak etti

“ama bir yerde bir hüzün büyür gider”*
yüzün, gittiği yerde seni beklemeyi hakeder


Mi? Hak ederek gittiğimizi sanırız çünkü. Bir bahçe, bizi özlemiştir. Onun çeşmesi bizi özlemiştir. O yıllarda geçen zaman giyilen elbiseler yutulan toz, bizi özlemiştir. Bir zaman sonra döneriz ki heyhat! Bahçe oradadır, ev oradadır, içindekiler de oradadır belki. Fakat ne o bahçe bizi bekliyordur artık, ne o ev bizi hayal ediyordur. Zamanın orda oluşturduğu bir oluk bizi kendi dışında kurmuştur. Anlarız ki bir çeşmenin yoludur hayat dediğimiz o kamaşma. Kendini unutarak akan suyu, bizi de unutmuştur: Yeni kararlar alırız! Yine, yeniden dönmeyi kurmak için. Ki demişti mesela, Gramscı: “İnsan bir süreçtir ve kesin olarak kendi davranışlarının sürecidir” diye. Hayatın bazı şeyleri kenara ittiği gibi.
*T. Uyar

akın yanardağ
kaynak:
https://dersimgazetesi.net/

Bunları da beğenebilirsin

Yorum Yok

Cevap Bırakın