Göğsünde uyanan sabahlara çiğ yağmurları düşüyor. Uyanıyor o an, rüzgarlı dağ sensin diyor, morenita. Kolun kaldırıma düşen gölgesi sensin. Yalnızlığın soluyan öfkesi kenti kasabası, evi olan dilsizliği sensin. Ama bu uğultu. Yangının direnen bitkisi, kalbimde morenita, direnen. Yanmaya direnen bir bitki var. Bir yer var. Bir mana var. Adı boşluk olan bir mana. Ama kim ömrünü unuttu ki öfkesi bir boşluğa dönüştü. Çiçekler neden giderek soldu. Pencerenin açık ağzı, kapının direnen yalnızlığı neden bir yararsızlığa doğru oldu. Sonuna kadar kapalı kapılar açıldığında içeri dolan ışık ve ot kokusu. Burnunun içine doğru çiçekler, açılan bulutlar, çimenler. Çimenler. O sonsuz vaha, sonsuza öpülen o sonsuz vaha. Vaha.
Öykü
“haklısın, hastayım ben /şair değilim asla!
kucakladım zamanı /dönüyorum bak” (xecê snr)
kalbin çatırdıyor kuru otlar gibi yanabilir gece kalmayabilir sabah olmayabilir zaman hiç kalmayabilir acele adımlarla merdivenleri çifter üçer çıkmak gibi yaz akya, kanatlanmak mümkün olmayabilir çünkü rüyan seni bırakabilir deniz dahi kuruyabilir kuruyan kalbine kuru bit ot gibi yakılabilir kibritle onun bunun şunun dediğiyle demediğiyle bir gün diyebileceği ile birgün zaten telefonlarını hiç açmayabilir çünkü ölünce ölüler yani ölüler telefon edemez zaten öldün sen duvarlara kurşunlara değil hem de onun kalbine çarparak soğuk mu yağmurlu bir bulutlu ayda: o dêrsim dağlarında.
sunakta oturmuş, onunla yakınlığını düşünüyor. bunlar o zaman oldu diyor, bu daldaki tayf bitkisi.. ileri adımlanmış duyguların onu sürüklediği yer bir boşlukta sallanmak oluyor. bunu duyumsuyor artık. bir refleksle kendini geri adımlamaya çalışmasını, çalıştıkça çırpınmasını anımsıyor. oturmuş bunları düşünüyor. tüm bu aralıklarda olanları.. peki ne olabilirdi başka? bulunduğu yerin en yükseğine çıkıp alnına vuran rüzgarın kokusunda onu özlediği şu çaresizlikten başka.. dal gibi bir su akıntısı geçiyor şimdi önünden, götürebilecek mi seni gitmek istediğin yere?
o gün sokağımda oturmuyor olsaydın, bu öykü olmayacaktı: sana..
"ama sen mi çağırıyorsun ben mi geliyorum /durmadan tarih düşü gören bir eski cafede
edith piaf şarkısına mı çağırıyorsun beni /sesinde derin titremesi var bir nehrin
sayfaları açık unutulan kitaba benzeyen yüzünle” Mehmet Çetin
“Orada bir merdiven var /Her zaman orada o merdiven
masumca asılı /geminin kenarına yakın…
Aşağı iniyorum… /Batığı incelemeye geldim…
Verilen hasarı görmeye /ve ortalığa saçılmış hazineleri…” *
O gece bir rüya görmüştü. Pencerenin önünde, perdeyi hafifçe aralayıp dışarı bakıyordu. Hava yeni yeni kararmaya başlasa bile, sokak çoktan boşalmıştı. Perdeyi neden tam açmadığına dair bir ipucu yoktu düşünde. Sadece karanlık sokağa, yarı açık perde aralığından bakıyordu. Hızlı adımlarla karanlığın içerisinde koşan bir kadın gözüne çarptı. Yağmur, saçlarının ucundan damlalar halinde gömleğinin üzerine düşerken, bedenine yapışan ince gömleğin ardındaki siyah sütyeni daha belirgin bir hal almıştı. Rüzgar, yürümesine karşı koyacak kadar şiddetli esiyor, eteğini savuruyordu. Bütün bunlar onun umurunda değildi, o sadece bir yerlere yetişmenin telaşındaydı. İçeride, yarı açık bir zaman ki, telaşsız. Dışarıda ise gökyüzünden yere boşalan yağmur kadar telaşlı bir gece akmaktaydı. Devamını oku