bir adındı, onunla mı çıktın yola
seni bir ıssız yerde yakalayan
senden önce ve sonra giden
kimi zaman gölgende solan
o adınla mı kayboldun yolda
-ölünce de seni bir nesne
bir hatıra gibi –kalanların yazgısı
kılan bu adınla mı geçtin hayattan
bir adındı, onunla mı çıktın yola
seni bir ıssız yerde yakalayan
senden önce ve sonra giden
kimi zaman gölgende solan
o adınla mı kayboldun yolda
-ölünce de seni bir nesne
bir hatıra gibi –kalanların yazgısı
kılan bu adınla mı geçtin hayattan
Göğsünde uyanan sabahlara çiğ yağmurları düşüyor. Uyanıyor o an, rüzgarlı dağ sensin diyor, morenita. Kolun kaldırıma düşen gölgesi sensin. Yalnızlığın soluyan öfkesi kenti kasabası, evi olan dilsizliği sensin. Ama bu uğultu. Yangının direnen bitkisi, kalbimde morenita, direnen. Yanmaya direnen bir bitki var. Bir yer var. Bir mana var. Adı boşluk olan bir mana. Ama kim ömrünü unuttu ki öfkesi bir boşluğa dönüştü. Çiçekler neden giderek soldu. Pencerenin açık ağzı, kapının direnen yalnızlığı neden bir yararsızlığa doğru oldu. Sonuna kadar kapalı kapılar açıldığında içeri dolan ışık ve ot kokusu. Burnunun içine doğru çiçekler, açılan bulutlar, çimenler. Çimenler. O sonsuz vaha, sonsuza öpülen o sonsuz vaha. Vaha.
günışığı yetişir kanıma –ruhumu emmekten dönen alçıpan
saz senin yarana
, ağız benim; sar sigarana şu yaramı
muştuladık mı ölümü insana
dünya döndüğü köşeleri unuttu–aşkları yüzyıl sürdü
onların kalbi nasılsa dayandı buna alçıpan
kanımdan damıttım da ağzıma –bir güzel nefes aldım
yüzyıl oldu ki kanıma aktım –yaslandım, gerindim
huzur içinde uyudum, inanamazsın alçıpan
ağzım o gergefi arandı, dedi
kanı akan dudağında
huzurla yukarıya kalktı boynu
çok fazla yüzyıl bekledi çünkü –ki gece indim tenime
karanlık gecemde sütliman kanımla yüzümü unutma
kaç kez gözümden kaçtı dünya
kaç kez kurtuldu bakışım
insan ki bir sese gelir bazen
zamana mesel kalan geceler/ seher hasreti ile hatır-
latırdı sesini: sözler eski yerine, sesler yerlerine
ateşten emanet közler de küllerine..
hatırlansın o halde, esirgenmesin: niye alınterini
severdi düş, niye hep aşkla gelirdi bize, keder..
sen yine de düşün. eğer gelmezse, yani akamazsa bir çağlayanın nasıl yankılandığını düşün. düşün kalbinde. düşün ki o gün yağmur vardı. gece az ilerindeydi. sözlerim kulağındaki adımdaydı. düşün ve bir an nasıl gelemediğini, aslında kaç kez geldiğini, kaç kez ayaklarınla yıkıldığın kendi kapında seni geçerken gördüklerini, gelirken gördüklerini, her gördüklerinde onlara neler hissettirdiğini düşün. düşün ki geldin sen. ezberlediğini düşündüğün dağ seslerini -aslında iç seslerindi onlar- ama hayret, her seferinde sanki ilk kez duyuyormuşsun gibi o seslere kulak kabarttığını. işte bir yeniliktin. sanki ırmaktın ama ilk, sanki yılan ıslığıydın ama farklı. seni gördüklerinde durdular, sen durduğunda hareket ettiler. ilktin. kendinden geliyordun. başlatıyordun. yakıyordun. sınanmış zamanı yeniden sınıyordun. ne anlamaya, ne anlatmaya kelimeler yetmiyordu seni. hissedilirdin ancak. kelimelerin kendisi bile kıskançlıktan yapılmaydı sanki. kalbi yakıyordun. kurulmuş duvarı yıkıyordun. çizgiler diyordun bir yerde. o çizgiler..
"Hafızanın kendi deneyimi üzerinden tanıklığı"
Akın Yanardağ’ın Belge Yayınları’dan çıkan ilk şiir kitabı olan “Üzgün Ağaç Ağıdı” yayınlandı. Zorunlu göç, ayrılık, aşk, ağıt gibi temaların ağırlıkta olduğu kitapta şiir severlerin ilgiyle okuyacağı şiirler yer alıyor. Yanardağ, kitabın ana izleğinin hatırlama ve hatırlatma üzerinden yürüdüğünü ifade ediyor. Hatırlama ve hatırlatma edimini ise; yakılan orman, yerinden edilen insan, boğdurulan ırmağın hiç dinmeyen yarasının ağıdı olarak tanımlıyor. ‘Ağıt, başlı başına hafızayı geri çağırma işlevi olarak sistemle bir uyuşmazlık halidir’ diyen Yanardağ, ağıt ile hafızanın biraradalığına dikkat çekiyor. Doğa ile insan arasındaki özdeşlik hallerini şiirlerinde ağaç metaforu ile dile getiren Yanardağ, bu dengeyi şöyle ifade ediyor: “Burada pagan bir kültürlenme hali var. Kitapta ‘Dilek ağacı’ şiiri var mesela, ortak bir duyma, hissetme, algılamayı ifade ediyor. 38’in kırım ve kan günlerinden kalma bir ‘efendi ağacı’ var. Yani bizimle başlamayan hayat bizimle bitmiyor. İnsanın ağaç, ağacın insan olma durumu söz konusu”.
“haklısın, hastayım ben /şair değilim asla!
kucakladım zamanı /dönüyorum bak” (xecê snr)
kalbin çatırdıyor kuru otlar gibi yanabilir gece kalmayabilir sabah olmayabilir zaman hiç kalmayabilir acele adımlarla merdivenleri çifter üçer çıkmak gibi yaz akya, kanatlanmak mümkün olmayabilir çünkü rüyan seni bırakabilir deniz dahi kuruyabilir kuruyan kalbine kuru bit ot gibi yakılabilir kibritle onun bunun şunun dediğiyle demediğiyle bir gün diyebileceği ile birgün zaten telefonlarını hiç açmayabilir çünkü ölünce ölüler yani ölüler telefon edemez zaten öldün sen duvarlara kurşunlara değil hem de onun kalbine çarparak soğuk mu yağmurlu bir bulutlu ayda: o dêrsim dağlarında.
sunakta oturmuş, onunla yakınlığını düşünüyor. bunlar o zaman oldu diyor, bu daldaki tayf bitkisi.. ileri adımlanmış duyguların onu sürüklediği yer bir boşlukta sallanmak oluyor. bunu duyumsuyor artık. bir refleksle kendini geri adımlamaya çalışmasını, çalıştıkça çırpınmasını anımsıyor. oturmuş bunları düşünüyor. tüm bu aralıklarda olanları.. peki ne olabilirdi başka? bulunduğu yerin en yükseğine çıkıp alnına vuran rüzgarın kokusunda onu özlediği şu çaresizlikten başka.. dal gibi bir su akıntısı geçiyor şimdi önünden, götürebilecek mi seni gitmek istediğin yere?
,
Mehmet Çetin, "Atımı Bağladım İğde Dalına" adlı kitabından kısa bir bölüm okudu Yön Radyo'da. O bölümü paylaşıyoruz. Suat Gülbinat'a teşekkür ile..
ona bakınca
yapmak istemediklerini yapmış olduğunu görüyor bende
bu yüzden görmemi istemiyor. benden uzak durduğu ölçüde
yakın duruyor öteye
ona yazdıklarım için bana kızıyor
ama bana yaptıkları için kendine kızmıyor
zamanında söylenmemiş bir şey kırıcı bir niteliğe bürünüyor sonradan:
acaba onun kendisini görmesine izin verdi mi?
bu kadar özlediğin başka bir şey daha var mı
, akya?
özlemek, senin hatalarınla cisimleşip büyüyor.
acı duvarları arasından geçiyorsun, bildiğin bir acının. kalabalıksın. ayaktakiler birbirine sokuluyor. oturanlar da. hava soğuk ama geçirgen bir dayanma anı soğuğu unutturuyor. kollar ayaklar birbirine değiyor, acı birbirine geçiyor, nasırlaşmış bu yüzden yakmıyor ama acıtıyor.
sohbetler hiç ağdalı değil