yazılar

düş ve gülüş destan yaratır: akın yanardağ

 

“Dışarıda rüzgâr efil efil savuruyor saçlarını
Boşluğunda gökyüzünün
Yürüyor mavinin enginliğine
Dışarıda su yürüyor yatağında
    içlerine denizlerin
/
Musalla taşının kırık çeperinden usulca
     Düşer patikaya ezili şiir”
(“Ezili Şiire Ağıt”)
 
“beni bulmana geldim.” cengiz sinan çelik’in “serdestan” kitabının ilk şiirinde geçiyor bu dize, ve bir dize onu bulmamıza da vesile oluyor.  bu vesilenin şiir yoluyla olmasına şiir adına seviniyoruz fakat, sesinin bize kadar gelmesinde koşulların imkansızlık derecesindeki etkisini de düşünmeden edemiyoruz. aklımıza hüseyin kaytan geliyor mesela. “dağ divanı” adlı toplu şiirlerini (levhalar hariç) bir telefon kanalıyla karşı tarafa iletmesi, o şiir üzerine çalışma, olgunlaştırma olanağının da ne derece zor olduğunu gösteriyor bize. iki örnek arasındaki zorluk farkının ayrı olmasına, yani biri dağ koşullarında diğeri ise cezaevi koşullarında -ki cezaevi, koşullardan ziyade bir de tutukluların tecrit, işkence vs ile karşı karşıya olmaları gerçeği var- olmasına karşın, şiirin yazılma sürecinin ve sonrasında iletilmesinin başlı başına zor koşullarından bahsediyorum. buna karşın şiir cinsinin kendini yazdırması ve kendini okura ulaştırması, bu ürünlerin şiir olarak kendini var etmesinden geliyor. geçelim..


 şiirin geniş avlusunda, “gençliğimize kavis çizen zaman”ın derin inceliği var. bu incelikli dizenin gölgesinde geçen zaman, yani oradaki birikmenin, kendini ortaya çıkarmanın, üretimi çoğaltmanın hepsi de, çizilen kavisin dolayımında geçiyor aslında; ona kendince biçim vermekten, kendini ifade olanaklarını çoğaltmaktan geçiyor. ki, cengiz sinan çelik’in şiir dışında diğer alanlarda da –resim, makale ve öykü- verdiği ürünler söylüyor bize bunu. burada kişinin kendi öznelliğiyle, yani kişisel becerilerinin kazandırdığı düş dünyasıyla ötekine karıştığı, toplumsallaştığı, yeryüzüne ait kıldığı bir birlikteliği de alıyoruz. “bana benzersin, susma!” diye çağırdığı yerde. olanlar burada kendine vücut buluyor çünkü; susmadığımız ve benzemediğimiz yerde. “kendi sesinle çık dışarıya, sesine çık ve yeter de” diye yazmış olduğu gibi mehmet çetin’in; kendi sesimizle çıktığımız yer, diğer seslere karıştığımız, çoğaldığımız yerdir. yani “kolektif bireyden kolektif düşe” uzandığımız yer: “sesim boğulursa /kalmaz senin de nefesin” dediği gibi, cengiz sinan çelik’in. bu susmanın insanla sınırlı kalmadığı, insandan doğaya, doğadan insana açılan bir etkileşim hali olduğunu

, susma halinde dağların da, göğün de güneşin de susacağı bir farkındalık halini söylüyor bize. bu anlamda doğanın, “serdestan” kitabında önemli bir yer tuttuğunu söylemek isteriz.
 
iddiasız ama mütevazı bir şiirle açılan kitap giderek sırlanan, yoğunlaşan ve gerilimi her dizesine yansıtan bir varoluşu örmeye yöneliyor. “bir zamanlar evvelin ahirin diliydim ben” diyerek, kendi şeceresini de içine yansıttığı urartu, med, huri; mecusi, kılıçartığı, zerdüşti, meshaf-ı reş ve ararat’a uzanan geniş bir zaman diliminden nefes aldığı; tarihten kaydı düşmüş kavimlerin içinde kendini erittiği, denebilirse (“bir hikâyedir ki bu”) mitolojinin ve dolaysıyla söylencenin de, şiirde kendini var ettiği yer oluyor. “bağırdım! yoktu sesim!”den, “karanlığın yüzündeki peçe kalktı /sesimi duydum!” diyerek, giderek kendini vücuda getirmeye, yokoluştan varoluşa taşımaya varıyor. ve elbette dinin, tarihin ve toplumun da iç ve dış eleştirisinden geçerek bizi uykudan uyanmaya çağırıyor: “bu yüzden rahman ve rahim olanın adına işleniyor cinayetler” dediği ve “hayatlar üzerinden kurulan cinayet sofrasına daha ne /kadar /oturacak insan denen konsolok” diye itirazını yükselttiği yerde. ve hatta orada karşısına çıkıyor kendi kavmi tarihi de..
 
“adımıza konuşanlar kimler” yaklaşımı yine kendi özel tarihi içinden, kürdistan’ın bölünme ve bölüşülmeye giden koşullarındaki dağılmalar, uzaklaşmalar, yabancılaşmaların sonucunda içine düştüğü duruma dair sormacaya kazandırdığı, tarafını seçtiği içeleştirel tutumdur. adımıza kim konuşuyor; sözbirliği etmediğimiz, uzak kaldığımız yerde adımıza karar alan ve uygulayanlar kimler, diye sormanın canyakıcı ihtiyacını içinde taşıyor. “kalbim uzak tut fikrini kardeş kanından” dizesi de işte böyle bir farkındalığın ve içtenliğin gereği olarak ortaya çıkıyor.
 
“usulca düşer patikaya ezili şiir”, “boşluktaki kuşkuya çarpıyor gözlerim” ya da “ağıtların boşluğa giydirdiği giysilerin lekeleri de kandır” gibi çağrışım ve imgesel zeminiyle derin ve kapsamlı bir şiire aralıyor bizi. aralıyor diyoruz çünkü “serdestan” henüz ilk kitabı cengiz sinan çelik’in. soru olup yollara düşen

doxycycline Prix: Achat en Ligne Sans Ordonnance

, şiiri ile yanıtları da çoğaltmaya çağıran, okuru da kendine dahil eden bir şiir. tam da bu yüzden yakından okunmayı hak ediyor.
şiirin bedenine serilen serdestan’ın düş ve gülüşü çoğalttığı yerde, şiir de konuşur adımıza ki, düş ve gülüş destan yaratır orda.

*italikler cengiz sinan çelik’e aittir.
cengiz sinan çelik
serdestan /ayrıntı yayınları

akın yanardağ

kaynak: yirmibirmart.com

 

Bunları da beğenebilirsin

Yorum Yok

Cevap Bırakın