Günlükler

ÖĞLE RÜYASI Rİ’YE SONRAKİ NOTLAR

sen yine de düşün. eğer gelmezse, yani akamazsa bir çağlayanın nasıl yankılandığını düşün. düşün kalbinde. düşün ki o gün yağmur vardı. gece az ilerdeydi. sözlerim kulağındaki adımdaydı. düşün ve bir an nasıl gelemediğini, aslında kaç kez geldiğini, kaç kez ayaklarınla yıkıldığın kendi kapında seni geçerken gördüklerini, gelirken gördüklerini, her gördüklerinde onlara neler hissettirdiğini düşün. ezberlediğini düşündüğün dağ seslerini -aslında iç seslerindi onlar- her seferinde sanki ilk kez duyuyormuşsun gibi o seslere kulak kabarttığını. işte bir yeniliktin. sanki ırmaktın ama ilk, sanki yılan ıslığıydın ama farklı. seni gördüklerinde durdular, sen durduğunda hareket ettiler. ilktin. kendinden geliyordun. başlatıyordun. yakıyordun. sınanmış zamanı yeniden sınıyordun. ne anlamaya, ne anlatmaya kelimeler yetmiyordu seni. hissedilirdin ancak. kelimelerin kendisi bile kıskançlıktan yapılmaydı sanki. kalbi yakıyordun. kurulmuş duvarı yıkıyordun. çizgiler diyordun bir yerde. o çizgiler..

unutmamak için çifter çifter yazıyorum. araya girenler oluyor, bazen kendim oluyorum araya giren. bilinç duyguma yetişemeyince telaşlanıyorum; ya yeterince anlatamazsam! ya kendi kurduğum duvara çarpıp

http://nordilinga.de/bin/ohne/behandeling/erectiestoornis/index.html

, önyargıma, kendi beklentime yenilip hak edilmeyen sözlere yönelirsem! dönüp baktığımda çifter her yazılış senin başka anlamlarına bürünüyor. bunun olmasına seviniyorum çünkü her anlam seni bir adım olsun anlatabilmeyi deneyecek. düşün ki geldin sen. sarıldın. sarılırken ağladın. sevindirdiğin için ağladın. sevindiğimi gördüğün için ağladın. ağlardın.. geceden gelen geceye inen yine oradan giden.. oraya yayılan bir çift gözün vardı. çizgileri belirginleşen. o gözlerin tüm bir bedeninde yankılanıyordu. topuğunda duruyordu göz ağrın. el bileklerinde duruyordu. baş ağrında, sırt ağrında duruyordu. parmaklarından yere uzanan bir bakışın vardı. dudak kıyın okyanusu bilen tekneydi, görüyordu. ağzın kuş sesiydi, tonu neftiydi. dilin onları ve olanları ifade etmek için vardı. dilin en güzel şarkındı. uyuyan tek bir hücren dahi yoktu. açıktı bilincin. seni tanıdığını, yani kuru otların, yeşil dağların, her bir rengi ile doğanın seni tanıdığını bilirdin. “huzur bahçesi” sendin. büyüktün. ufak tefek insanların ufak tefek tutarsızlıkları senin büyüklüğün önünde eriyip gidiyordu. iyimserdin; unutabilirdin bazen.

o günler ne yaşadın. kaç kişiydin. o gün silikleşmiş gökyüzünde seni rahatsız eden neydi ki yağdı yağmur? nasıl yağdı

, kaç kişiydin otururken, kim kalktı aranızdan, kendini yaşam kanıtı olan suya kim attı önce; hatırlanmıyor bunlar. mülk değil, mülksüzlük dökülüyordu sözlerinden. onlar seni dünyadaki günlerinde tutuyordu. ses perdeleri, ses telleri gibi. zaman gibi ateşe serdin. ateşi hiç söndürmüyordun. tutkuydun. kızıldın. inancın sana tutunuyordu. suyu yaklaştırmıyordun ateşe. su ve ateş iki yarı dünya idi. aleviydin. sustalı zamanlar geçirmiştin. ağrılı zamanlar edinmiştin. geçirdiğin zamanları görmüştün. bu görmek sana tutundu. öte zamandın çünkü, şiirin öte hali. bazen bir kassandıra çaresizliği gibi, zamanın önünde yürüyor, değiştiremediğin bazı şeyler için ağlıyordun. ağlardın..

o gün şiir yazdın, oysa bu nasıl mümkün olabilirdi. şiir kendini senden sakındı çünkü öznesini tanımıştı. –ben senim, dedi, senden oluşmayım -senden gelir sana giderim ama sen yazamazsın, yazılırsın ancak. böyle dedi. doğrusu bazı şiir denemelerin oldu. güzeldi. daha iyisini yazabilmen için şiir hali olmaktan çıkman gerekiyordu. bu zordu çünkü insan kendinden yalıtılamazdı. sen yaşanıyordun. inanılmaz şeyler hissettiriyordun, inanılmaz sıcaklıklar. sıcaktın.. kendi üzerindeydin. günler senden geçiyordu. dünya senden oluşuyordu. tam burada “dünyanın yalnızlığına üzüldüğüm için” diye yazılan yazıyı

, yani o lirizmi tekrar okumanı isterdim. durmadan okumanı, onu bir lahit gibi yanında hissetmeni isterdim. kendine yaklaşman için. kendini dışarıdan hissetmen için. sanki sen ordasın, o şiirin içinde. şunu diyordu o şiir: “ve dünyanın üstüne çıkıp ağladı, insanları kaybolmuş kentlerden söz etmek için..” bir kassandıra çaresizliği gibi. ri’din sen. onu tekrar oku. okurdun..

“sen ve seninkiler ovalarda değil, denizlerde değil, durgun ve çalkantısız ve ılık göllerin dibinde büyüdünüz, yırtılan ipek sesiyle..” işte bak, gördün buradaki tarifsizliği; o sensin. anladın mı nihayet niye yazarak bitiremediğimi seni? insan bir tarifsizliği nasıl anlatabilir? yaşar, belki yani. mümkün mü?

bu içinden çıkmak istemediğim hayat, bu ‘kalbin dağı’, bu duvarları ateşten örülmüş kıskanç kalp! yani sen. yani sevgili xızırı. yani sığındığım gölgem. o başını omzuna yaslar, omzun yazgısıdır onun, diye yazmışım yıllar önce. yani yazgım olan omzun, başımı yaslayıp dinlendiğim. akıp kaldığım bitimsiz ırmak. kalbimin ezberi olan dağları, yıldız ve dağ sağnağı, bitimsiz bulutların. çimen çayırın senin ve yaprak ve toz ve tüm bir zaman. bunu biliyorum. niye burada olduğumu biliyorum. on yıl kaç gün eder, sozsuz yıl ve sonsuz gün sağnağı..

hayır, düzeltmek istemiyorum bu acıyı. ne bu şarkıyı düzeltmek, ne değiştirmek.. ben ondan yapılmayım. oturmuş cafe cantine’de bunları yazıyorum, ve hala sözü uzatacak ne çok isteğim var seni yazmaya fakat, gelenler var, onları karşılamak için kalkacağım ayağa. mevlana’dan el alıp şöyle haykırıyordu, shahram nazeri: ‘ben senin aşk denizinin dalgasıyım.’ düşün ki geldin sen, geldin ve ömür dendi buna, kaç kez. geldin ve sevindirdiğin için ağladın: ağlardın..

“ağ gül seni camekânda görmüşler /siyah zülfün sırmayınan örmüşler..”
..

Bunları da beğenebilirsin

Yorum Yok

Cevap Bırakın