Günlükler

keder

“Ama ben budalalıklarla doldurdum yıllarca bütün boş sayfalarımı.”

Şiirin mi geldi, diye sormuştu, Peyda. Niye sordu bilmiyorum ama, dönüp eski yazdıklarımı bir araya toparlama gereği duydum. Derken günlükler ilişti gözüme. Altlarına yeni notlar düştüm; hüzün varmış meğer ve kabullenme inceliği, görmezden gelme, gördüğünü erteleme.. varmış meğer. Bütün o yaşanmışlık, bütün o geçildiğim hayat kuş bakışı bir manzara sundu hayatıma. Günler kısa, zaman çabuk geçiyor ama ağrı geçmiyor, zaman ve mekân değişiyor ama insan davranışları değişmiyor. Niteliğin artık bir parçası olmuş o davranışlar. Söylenmiş yalan bile hatırlanmıyor, bir kez söylendiği için de bir kez daha söylenmekte beis görülmüyor. Dönüp geçmişi toparlama

, ütüleme gereği duymadan bir sağlamasını yapma gereği çıkıyor ortaya. Meğer ki fotoğraflar, boyun öptürmeler, gece kalmalar, gece tutmalar, iki günde değişen kafalar, değişen duygular, adresler ve mektuplar günlüklerinin değişmeyen özellikleriymiş. O an fark ettim ki, çok yazmışım. Görmüşüm ve yazmışım

, hissetmiş ve yazmışım, rüyasını görmüş ve yazmışım. Gözünüzün içine bakılarak size sunulmuş bir şey, sizin ne hissedeceğiniz hiç umursanmadan sunulmuş ve üstüne üstlük bunun nasıl bir duygu olduğu hakkında bir incelik dahi sergilenmemiş. Çünkü siz “hayat” diyip geçtikçe üstünüzde başka bir hak iddia edilmiş: onu görmedin bunu da görme, şuna bakmadın buna da bakma, gibi. Her söz ve her davranış için bir kılıf bulunurmuş. Kişi bir duyguyu veya bir ilişkiyi yaşadığı süre içinde zalimleşir, o duygu geçince, bir yalnızlık veya mutsuzluk anında hatırlarmış meğer: “mutlu insanlar saatin tik-taklarını işitmezler.” Sevgi, aşk veya tutku, ötekinin sizin üzerinizdeki gücüdür, ve insanlar gücü kullanmayı severler. Güç denen şeyin ne olduğunun farkında olanlar bile.

Keder.. insanı teslim alındığı tek şey bu!

Bunun yanında çok fazla şiir var ve hâlâ da yazıyorum. Bunun iyi bir şey olduğunu kim söyledi! Bu canımı yaktı bir an. Sonuçta canınız yanıyor ki yazıyorsunuz. Çoğu zaman, yazmak çok zaman aldığı için, yazmaktansa okumayı tercih etmek istiyorum. Çoğu zaman tüm yazdıklarımı, insanlar hakkında açıkça yanıldığımı anladığım için yakıp kül etmek istiyorum. Yayınlanmışlar yayınlandı bir kere, hiç değilse yayınlanmamışlar ürünlerim için bu iyiliği kendime yapamaz mıydım? Bin yara üstüne bir yara daha eklemekten öte neydi ki hayat?

Evet ama neydi? Hissediş, yönelme, kendine yakın bulmak, kalbine yakın bulmak. Buydu belki yazma nedeni; o hissedişi ‘yaşamla

Kondylooma tiedotus

, davranış ve düşlerle yeniden üretmek’. Birlikte hem de, düşlemek ve üretmek. Yeterli değil miydi bu? Bundan geri tuttum mu kendimi; anlaşılmam gerek, tarafımdan dahi..

Ama ne..

“Çünkü gerçekten bıkıp usandım kendimden.”

Proust’la bitirelim madem: “çok fazla düşündüğümüz şeyler, sonunda aşırı doygunluk noktasına ulaşır.” Ben bu doygunluğa kaç defa ulaştım? Yeniden başlamanın tohumlarını neden canlı tuttum içimde? Durumlar beni sadece önceki hayatıma ittiği şu halde, dün yaşadıklarım sonsuz bir bugün değil mi? Bugün’ü neden bıraktım, bana uzanan elleri?

Elleri işte: Örülmüş Keder. O güneşi bol meydanda, gülümseyen gamzesi bir de, orda..

..

Bunları da beğenebilirsin

Yorum Yok

Cevap Bırakın