Blog Söyleşi

akın yanardağ ile söyleşi /özkan bulut

“acılar mı büyüttü, anılar mı..”

-neden üzgün ağaç ağıdı, ve niye ağıt?
-“ağaç ki çiçekler arasında/o benim işte” demişti zahrad. ağaç ki ağıtlar arasında, o benim işte, diye okuyabiliriz bunu, içine doğduğum dersim gerçekliğinde. yani orada ağıt, tıpkı yakılmakla bitirilemeyen ağaçlar gibi bütün ömrümüzü çevreleyen bir hal. annemden bana kalan en belirgin izlerden biridir hatta. annenin o en içten ağıtlarını dinlediğimde onun kendini ifade edişi, tarzı, üslubu beni çok etkilemiştir. yani doğanın bu en eski hali bizde de ‘ağaç ağıdı’ halinde kendini özdeşleştirdiğini söyleyebiliriz. dersim ağıtlarında doğa da insan kadar yer tutar; ve zaten doğayla uyum içinde yaşamanın mümkün ve acil olması gerektiğini içimizden bir yerlerden biliyoruz.. doğal ki doğa toplumu içinde bir hayata doğmamız, kendimizi doğanın ‘karar ses’ olduğu doğal yaşam ile iç içe ağacın, ırmağın sesi ile özdeşleştirmemize olanak sağlıyor. yani “ilerleme ya da bugünü kurtarma adına, doğanın ve doğadaki ‘öteki’lerin emeğini, varlığını, geleceğini yağmalayan egemen insan, doğadaki örgütlü ve ‘meşru’ şiddetin tarihini de yazmaya devam etmektedir” diyordu, mehmet çetin. evet, orada yanan ormanlar, boğdurulan sular bizim hem kişisel hem de kolektif sorunumuzdur ve bu belirlenim buna itirazdır da. yeri gelmişken: ağıdın aynı zamanda hafıza da olduğunu, dersim soykırımı’nın birer aktarımcı işlevi üzerinden de anlayabiliriz. soykırım öncesi ve sonrası ağıtlara bakmak, buradaki kültürel kesintiyi görmek sonuçları açısından önemli veriler sağlayabilir bize. elbette yaşadıklarımızı anlatmak gibi bir ‘söyleme’ zorunluluğumuz var; yaşayanların bunu kabullenmeme ama aynı zamanda ona katlanabilme gücü de bir ağıt gibi çevrelemiştir bizi diyebiliriz.


-şiirinde geçmiş zaman ağırlıkta

, aktüele ise oldukça mesafeli gibi, ne dersin?
-hayat, bir takım fotoğraflarıyla mı kalıyor; dağı aşarken ardımıza dönüp baktığımız andaki o son fotoğraf daha sonra bir bellek kazısına dönüşüyor sanki. devletin bizi evimizden, denebilirse iç ülkemizden zor gücüyle (devleti temsil eden 20 yaş erkek çocuklarının 100 yaş insanlara arsızca, terbiyesizce, saygısızca) sürgün ettiği günlerde, bir traktörün kasasının üstünden bakabildiğimiz o son görüntülerdir bahsettiğin hatırlamalar. göç kılıklı sürgünün sonrası da yine yatılı okul(yibo) günlerimiz var. sürgün olunan yerde dahi devletin, baskı aygıtıyla kinini savurduğu o iktidar hali var; insanların sahip olduğu hayat bilgisiyle kendilerine yaşam alanı kurdukları yerde dahi zulme uğramalar var.. yani burada şiirin geçmişi üstlenmesi, vicdani bir kaygıyla da ‘hatırlama ve hatırlatma’ çabası, onu ifade etmesi var. güncele mesafeli oluşu belki bu dosya için şiir seçiminden dolayı olabilir veya şiir benim arkaizmimdir, neden olmasın; önemli olan bugünü yadsımaması, geleceği duyması, duyurma çabasıdır. aktüelle ilişkiyi buradan da düşünebiliriz.

-“oturmuş bir yara ömrümü kemiriyor, gördüm” demişsin. yine senin bir dizenle sormuş olayım bunu; “sual: acılar mı büyüttü, anılar mı peki, sen söyle”?
-biliyoruz, hafızamızın bir kısmı biz daha doğmadan oluştu, biz onun da içine doğduk sanki. nereye kadar gidebiliriz; roboski, otuzsekiz, ağrı, koçgiri, bindokuzyüzonbeş.. m.bayrak’ın sözüyle söylersek sadece qızılbaş kürtlere yılın her ayına birden fazla katliam, soykırım düşmüş. bu bir yara. kanamaya devam eden bir yara. gördük. görüyoruz.. büyümek de bu görmekle birlikte, diyalektik bir dönüşüm olarak var hayatımızda. acı ve anı: bu iki deneyimin sonradan nasıl bir niteliğe bürüneceği değil midir önemli olan. bu acılar sonradan neye dönüşecekler, ya da neyi haber edecekler.. anının rafları tozlanır ama, yaşandığı durumla kim bilir o ‘an’ neleri parıldıyordur.. şiir, iflah olmaz bir anı kazıcısıysa aynı zamanda, çizikleri sual olarak dışa yansımaz, alın kanamaz mı?

-‘alın’ dedin de, şiirindeki ‘alın’ metaforu ilgimi çekti, ne söylemek isterdin?
-‘alın’ kelimesinin ‘alın yazısı’, ‘alnımıza ne yazılmışsa o’ gibi kabullerin verili olan anlamlarla kullanılmasına karşı bir itiraz aslında. alnı başka vurgularıyla, anlamlarıyla hayatımıza çağırmak istediğimiz durumları var. bunun aynı zamanda insanın çekildiği çekileceği kendi dağı, konumu, muhalif olma hallerine göre vurgulanması bize esas anlamını verecekmiş gibi geliyor. yani düzenin, bizi içine düşüreceği ‘kader’in alın ile kurulan ilişkisinin tersine; bunu dışlamayı, düzenin verili olanın reddi anlamında kullanmayı seçiyoruz. diyoruz ki ‘alın’, kendi alnımıza yazılacak olanı biz kendimiz yazarız demektir. ‘’kaderciliğin etken ve gerçek bir iradenin zayıflığını örttüğünü ortaya koymak gerekir’’ diyordu, gramsci. aşkın ayrılığın, bandana veya kızıllığın taşıyıcısı olarak da hayatımıza çağırabiliriz alnı. lanetlediğin alın olayım veya alnım değişmez biçimini buluyor diyip hayatımıza oradan da bakabiliriz

-şiirlerinde politik göndermeler var. böylesi bir kaygıya ne dersin ?
-sözümüzü şiir üzerinden söylüyorsak, meramımızı da yine o dille söyleyebilmemiz gerekiyor. şiir, politikitir de, ama politikanın verili anlamıyla değil; müdahale etme, özgürleşme pratiği olarak. öte yandan şiir ‘vesile olmuyorsa’ işlevi ne ola ki? şiir konuşmaya, üstlenmeye vesile olmalıdır sanki; ‘sesinle çık dışarıya sesine çık ve yeter de’ demek gibi, bireyselden kolektife kadar herkesi kanı susturmaya çağırma halidir. sisteme karşı tutum onu tartışmayı, reddetmeyi koşullar zaten. buradaki dert öncelikle sahicilik ve içtenlik olmalıdır.

-“kirine ve kinine yığılıp kalan sarışın cumhuriyetler”e ne dersin?
-“tüm iktidarlar kendi meşruiyetlerini ve sürekliliklerini sağlamak için önce hafızaları silmekle işe koyulurlar (…) bu yüzden bir direniş hafızası oluşturma adına tarih yeniden ve yeniden yazılmalıdır. diyerek resmi ideolojiyle tarih yazanları sarışın tarihçiler olarak anıyor ece ayhan ve bunları, ‘’toplumu bir kötülük toplumu ve kötülük dayanışması olarak gören’’ sarışınlar olarak tanımlıyor. elbette burada resmi tarihte geri dönüşsüz gedikler açan devrimci birikim sahasına değinme gereği duymuyoruz. ama tarihçilerin de ötesinde devletin ‘sarışın’ olduğunu söylüyoruz. yalnız mıyız: ‘’victoria kolejinde elimize geçen elkitabında okulun dili ingilizce’dir: başka bir dil konuşurken yakalananlar cezalandırılacaktır ‘ diyordu e. said, bir yazısında. fanon’u, cesaire’ı okuduğumuzda kapıldığımız his ezcümlesiyle aynı değil mi?

-“dünyayı çevreleyen hiçbir /yere ait olmamanın çiçeği de/uzak büyüyor bizden” hali için ne denir?
-bu kitabın adı ‘’klama dara xemgînî’’ olsaydı.. ama yok, en çok kendi dilimizde yazmaya gecikmişiz. gurbetlik içine düşürüldüğümüz dil’in kullanım zorluğunda başlamış daha. belli belirsiz kokusunu duyduğumuz o koku nostalji imiş sanki. buradaki yakıcı sorun, benim kişisel olarak muhataplığım değil; hafızamızın önemli bir kesimi, bizden öncenin hayat bilgisidir. bizden önce olan hayat kişiliğimizin bir uzantısı gibi yer edinmiş içimizde. rüyalarımda dersim38’i yaşıyor olmam neye yorumlanabilir ki başka. telafisi olmayanın yerini başka bir şeye bıraktığı kayıp duygusu; ’92-94 yıllarındaki köy yakmalarını yaşamasaydık da bu duygunun zaten içimde bir yerde olduğunu bilirdik. dolaysıyla şiirde beliren durum benim kişisel duygum değil yalnızca, bize kalan duygunun da kendi yurduna işarettir.
‘bölge yatılı’yı hatırlarsın sen de.. ben unutmuştum ama şiiri yazarken yatılı halinin yazdıklarımda kendiliğinden belirdiğini fark ettim; yani bilinçli bir değinme olmadı şiirlere sızan yatılı olgusu. o günlerin bizim düş hayatımızla, gerçekliğimizle uyuşmadığını; bir asimilasyon olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz; kültürümüzle ve hatta paganizmimizle o büyük uyuşmazlık hayli belirgindi. işte şiirin de bu uyuşmazlıktan doğduğunu, benim unuttuklarımı hatırlama/hatırlatma işlevi gördüğünün söyleyebiliriz. söyleyebiliriz ki şiir, biz unutsak da, içimizde kazı işlevi gören uyumsuzluk halimizdir. içine doğduğumuz dünyanın süreklilik bilgisinin kesintiye uğratılması, zor gücüyle kuşatılmanın hali. sürgünlük konusunda şiir benden bir adım önde yürüyor; onu ben, daha çok gölgesi gibi takip ediyorum. ağacımızın özsuyuna ister istemez sızmıştır sürgünlük, sızacaktır da.. ama burada yurtsuzluk, sürgünlük hallerinin şiirlerine ve hayatlarına sızdığı “..nê desmala mê esta nê ke dewleta mê/xızır zano, mı ra dûrr sêro, ez nêwazon/ez zê şiye xo de qeşê kon zê vayî fetelîno..” diyen mehmet çetin ile dünyanın öbür ucunda açık unuttuğu musluğu kapatmak için yola düşen emirali yağan’a uğramak daha yerinde olacaktır.
-“kimin sürgünüyüm böyle, yollar kimin izi” derken; takip ettiğin izler için ne dersin?
-bizimle başlamayan hayat bizimle de bitmeyecek. “önce hayran olmayı bilmek gerekir. ortaya koyduğu problemleri, onun makinelerinin bulmak gerekir” diyordu, deleuze. yani ortaya koyduğu problemlerle söylediği şeyleri bilmek.. bizim takip ettiğimiz izler bu izlerdir. şiirim kendini açık etmeyi seviyor; etki alanlarını, sınırlarını, paylaşımlarını açık etmeyi seviyor; bu açıdan şiirimin, ayakizinin peşine düştüğüm, ‘hayran’ olduğum şiirlerden etkilendiği sürece sorun yok benim için. yatılı okulda, aşk şiirleri yazmakla başladım şiire. hozat halk kütüphanesi’nden beslendiğim; ama şiirim asıl ihtiyacını, yazma isteğini/ifadesini esasen mehmet çetin’in şiiriyle karşılaşmasında buldu diyebilirim; o karşılaşma anının bana, gerçeküstü hatta mistik gelen duygusuyla, ancak yazarak baş ettiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. bu adımdan sonra ise özellikle ütopiya’nın konsepti –ve doğal ki kunduz düşleri’nin de benim poetik mecramı ve tavrımı bilince çıkaran ana uğraklar olduğunu söyleyebilirim.

-aşk, tamamlanmamışlık duygusu ile.. eksik bir duygu gibi duruyor, aşka ne dersin?
-aşk mı: eksik bir şarkıdır zaten o. yaşantıdan kurtulmadıkça süren, ölüme değin..
aşk, beni hep askıda mı bırakmış, ya da ben hep askıda buldum onu: askıda olana kayıtsız kalmak mümkün olmuyor; ama bir kez askıdan kurtulan ise özgürleşmiş olup kendini gerçekleştirmenin adımlarını yürümeye başlamış oluyor. sorgu sual, hesap kitap yok ki dünyamda. bana zararı şu oldu ki: ne aşkın ne de kentlerinin peşine düşmedim. bilgesu yaprak’ın dediğiyle söylersek onun hayatı üstüne söz söylediğin yerde sevginin yerini başka bir şeye bıraktığını görüyorsun, başka bir müdahaleciliğe..‘insan sevdiğini özlediği yerde beklemeli’ demişim çok önce; bir imkansızlık isteği gibi duran bu sözümün esiri olmuşum meğer. esirlik iyi değil, bilirsin. niye öyle ettin niye öyle dedin delisi etmeden insanı aşk, o mülkiyet duygusuna bürünmeden.. sevgilinin, istediğinde gidebileceği açık kapısı olan aşk, barınağından rüzgâr alır, yara alır.. buradaki kaçınılmaz olan şey ‘sonuç’tur. sonuç, kendine koşullanmıştır. yerini sardunya şiirindeki çağrıya bile bırakmıştır. ama ne gam, o erkek alışkanlığı da varsın olmasın. çünkü niye:

“..aşk, eksik bir şarkıdır..”

kaynak: dersim'de KIRK GÖZE kültür sanat dergisi

Bunları da beğenebilirsin

Yorum Yok

Cevap Bırakın